• https://www.facebook.com/Ar-Tur-De%C4%9Fi%C5%9Fim-Grubu-317439005726450/?__tn__=kC-R&eid=ARB4NBL3Vs9TQWe5A-44_yIA0NgaPkV1xMqIKRCQP2mhGAieKXlPnuiTVvQymsC3XzqNNV9-yeRH1aaJ&hc_ref=ARQyyP3-nW8sGDqkNmwU9BnsR60xirxP3PQ8mxFWNd1Q-qH3CVp_grrR0XN38tsEErg&fref=nf&__xts__%5B0%5D=68.ARB2_p2Jpw0XwG8B8BiYujKKSkAHONwai1obCzBMZN5Avvcr3f7gPzXQdDGi-sh5wBQhtDnILnVE9yUWhR6kSHfo48_f4jrK-oIvenlHG5deG6s0IoojOGWpO-cRaUYvj1_Fo0TnTdlWWlPOqlenCnnZd3Bv9lPm1UqBiWTAh8vWfyUmh-5E214nWxZj9vnPuuFGlXZxTq6oZoWwc5zOATsZ5PcBiTiqbDUIo3pRjePw4bMACgnftCLotxUGNYPsbKo9Njv4YuetLiefHP07nB_xOVje6_wcwK0MaHP3OcfnSn0uvQ8zVL5EPmqWOcfB-pmOz8mEkM78UrNuTSWM9-s
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com
    • AR-TUR DEĞİŞİM GRUBU
    • www.ar-tur.com.

İBRİKLİ CEBERUT(!)

Belki iki, belki iki buçuk metre civarındaydı yükseklikleri.  Ancak o çocuk boylarımızla bize bayağı bir yüksek görünürlerdi. Kerpiç bahçe duvarının üzerinden yola doğru sarkıp, mevsimine göre; üzerlerindeki çiçeklerini, meyvelerini sergilerlerdi. Erik, kayısı ve ayva ağaçları… Yol deyince; şimdiki gibi otomobillerin, kamyonların vızır vızır işlediği, asfalt veya parke taşlı yollar aklınıza gelmesin. Üzerinden tek tük yaylı at arabalarının, belki iki üç kez bir otomobilin veya traktörün geçtiği toprak bir yol... Bunların her geçişinde tozun bir bulut oluşturduğu ve bu bulutun içinde peşlerinden koşuştuğumuz bir yol…
O kerpiç duvardan sarkan ağaçlar, beyaz ve pembe çiçeklerini sergilemeye başladıklarında biz çocuklarda evlerden daha çok dışarı çıkıp, o tozlu yolda sabahtan akşama koşturma zamanlarımızın yaklaştığını anlardık. Ağaçlar artık yemyeşil yapraklara bürünüp meyvelerini vermeye başladığında ise, tüm anneler çocuklarını sokağa salıverir kendileri de akşama kadar rahat ederlerdi. Öğle vakti geldiğinde bile, çoğu zaman eve; annemizin yağ veya yoğurt sürerek üstüne de toz şeker serptiği ekmek dilimimizi almak için uğrardık. Çişimiz geldiğinde, beli lastikli pantolonumuzu sıyırıp yol kenarına veya bir duvar kenarına uyduruverirdik.  Akşama kadar bir sürü oyun oynar dururduk. O zamanlar öyle oyuncak filanda pek yoktu. Bir lastik top, demir veya cam bilyeler en lüks oyuncaklarımızdan sayılırdı. Çoğu zaman oyuncaklarımızı ve oyunlarımızı kendimiz yaratırdık.  Çelik çomak,  saklambaç, birdirbir, uzuneşek, istop gibi oyunlar en çok sevdiğimiz ve oynadığımız oyunlardı.
Ağaçların meyveleri dallardan ve yaprak aralarından görünmeye başladıklarında ise bizlere yepyeni bir oyun bir meşgale daha çıkardı. Tüm çocuklar bir çete gibi birleşir, topladığımız taşları kayısı ve erik ağaçlarına fırlatır, yere düşürdüklerimizi ceplerimize ve koyunlarımıza doldururduk. Daha sonra bir kenarda hep birlikte bu meyveleri afiyetle midelerimize indirirdik. Hepimizin ağzı yüzü; meyvelerin suları, yolun tozu ve terlerimizle kir içinde kalırdı.
Mahallemizde bu kerpiç duvarlı bahçeden başka meyve ağaçları olan birçok ev vardı. Ama biz, en çok bu yol kenarındaki kerpiç duvarlı bahçenin ağaçlarını taşlar meyvelerini aşırırdık. Çünkü bu bahçenin sahibini hiç sevmezdik. Bizleri gördü mü kaşlarını çatan, dişlerini sıkan ve hiç de yüzü gülmeyen “ceberut” adamın biriydi. Hele bizleri ağaçların yakınında gördüğünde bağırır, çağırır, küfürler eder, bazen de taşla, sopayla kovalardı. Bir günden bir güne bizlere iyi davrandığı, bir avuç erik veya kayısı verdiği görülmüş değildi. Tüm çocuklar ondan korkmamıza rağmen onu kızdırmaktan kendimizi alamaz ve bundan da büyük zevk alırdık. Bizi kovaladığı zamanlarda bir köşeye kaçar oradan dil çıkararak, nanik yaparak çocuk aklımızla ona karşı eylem yapardık. Daha sonra kendi aramızda konuşurken yaptıklarımızı abartarak anlatır ve her birimiz kendimize payeler çıkararak övünürdük. Çocuk dünyamız içinde, sanki düşmana karşı kazandığımız bir zafer gibiydi tüm bu yaşadıklarımız. Birkaç kere birimizi yakalayıp dövdüğü ve kulağını koparırcasına çektiği de olmuştu. Ama bizler inadına onunla savaşmayı hep sürdürdük ve savaş ganimeti meyvelerini yemekten hiç vazgeçmedik.
Çocukluğumuzu yaşadığımız o günlerde savaş verdiğimiz bu “ceberut”un adı Tayyip’ti. Herkes ona “Tayyip Ağa” derdi. Ancak biz onun hiçbir zaman “ağa”lığını görmedik. Büyüklerimizin konuşmalarından anladığımız kadarıyla da; sanki pek sevilen biri de değildi. Evine, kapkara çarşaflara bürünmüş tek gözleri açık birkaç kadınla, çember sakallı, şalvarlı, ayağı çarıklı ve genelde kendine benzeyen adamlardan başka pek gelip gideni de olmazdı. Koskoca bahçesinin içinde çeşmesi ve kuyusu olmasına rağmen nedense abdestini hep bahçe kapısının önündeki büyükçe bir taşın üzerine oturarak alırdı. Kafasında bir namaz takkesi, ayağında bir takunya ve elinde küçücük bir teneke ibrikle kapı önüne çıkar, ceketini ya da hırkasını omzuna atar, gömleğinin kollarını dirsek üstüne kadar sıvar ve abdestini almaya başlardı. Çok susamış birinin bir dikişte içebileceği kadar suyu ancak alabilecek ibriğinin, incecik ibiğinden ip gibi akan suyla abdest almak bayağı bir maharet işiydi… İbriği her indirip kaldırışında avucunu azıcık dolduran suyla, sözde ellerini yıkar, ağzına burnuna su alır, yüzünü yıkar gibi yapardı. Yıkar gibi yapardı diyorum, çünkü avucundaki su bayramda seyranda ikram edilip avuca dökülen kolonyadan fazla değildi. Daha sonra ellerine döktüğü suyun dirsekten akması için şöyle bir havaya kaldırırdı. Tabi o kadarcık suyun dirsekten değil akması, damlaması bile zor söz konusu olurdu. Sonra takkesini koynuna sokar bir numara kesilmiş saçlarına ıslak elini sürer, kulaklarını güya temizler, elinin tersini şöyle bir ensesine sürerdi… Daha sonra takunyadan çıkardığı çatlak, nasırlı ve tırnakları kemikleşmiş hissi veren ayaklarını da öylesine bir ıslatırdı. O minnacık ibrikteki su ancak yeterdi. Öyle ki, sözde burnuna su verince, hınkırdığında yere düşen sümüğü bile olduğu yere yapışır kalır bir yerlere akamazdı. Bu abdest merasimi sırasında, yolun karşısında gözüken camiye gidenleri de göz ucuyla süzmeyi ihmal etmezdi. Uzunca süren bu merasimin sonunda ibriğini bahçe kapısının arkasına bırakıp, kolları ve paçaları sıvalı, ceketi omzunda takunyasını takırdatarak camiye doğru sallanarak yürürken koynuna koyduğu beyaz takkesini de alnının yarısını örtecek şekilde kafasına geçirirdi. Bu haliyle kalın çatık kaşları ve siyah sakalları pek daha bir göze batar, ibret bir görüntü oluştururdu. Camide şakır, şakır su akan çeşmeler olmasına rağmen bu şekilde abdest almasına bir türlü akıl erdiremezdik. Babalarımıza sorduğumuzda bize bir şey söylemezlerdi ama nedense manalı, manalı gülümserlerdi. Büyüdükçe bunun ele güne karşı bir gösteriş, bir kandırmaca olduğunu birçoğumuz anlamıştık. O şeytani düşüncesiyle kendince, ele güne “dini bütün” imajı sergilerken, bir yandan da huzurunda ibadete duracağı “Allah”ı da kandırdığını mı zannederdi bilinmez… Aslında bu yaptığı çokta yadırganacak bir şey değildi. O zamanlarda çarşıdaki birçok esnaf öğle vakitlerinde, aynı gösteriyi dükkanları önünde, yoldan gelip geçenlere sergileyerek yaparlardı. Yoldan geçen kadınlar bu zatı muhteremlerin abdestleri bozulmasın diye ya uzaktan geçerler ya da yollarını değiştirirlerdi. Bu tür zevat, sadece ibrik abdesti almakla kalmaz, yüksek sesle sağındaki solundaki komşusuna “Mevlit ağa, Hacı Kasım, hadin ülen, namaza gelmiyonuzmu?”  filan diye seslenerek camiye namaza gittiklerinin iyice bir fark edilmesini de garantiye alırlardı.
İşte, o çocukluk günlerimden beri içimde nasıl bir yer ettiyse “Tayyip” ismini hiç sevmedim, sevemedim… Bu ismi her duyduğumda o “ceberut” adam gözlerimin önünde canlanıverir… O ismin geçtiği her işte bir hinlik, bir riyakarlık, bir sahtekarlık ve bir hainlik olduğu hissi beliriverir içimde... Aslında bu güne kadar tanımış olduğum tüm Tayyip’ler de;  ekleri ister “ağa”, ister “hoca”, isterse “usta” olsun bu hislerimde beni hiç yanıltmadılar(!)  
“Tayyip ağa” ne oldu merak ediyor musunuz?  Bir gün bahçesinde kayısı toplamaya çıktığı ağaçtan düştüğünü duyduk. Günlerce dışarı çıkmadı. Onun dışarıya çıkamadığı günlerde sanki oyunun bir ayağı bozulmuş gibi hiç birimiz meyve taşlamaya gitmedik. Daha sonra alçılı bacağıyla arada sırada gördük onu. Alçısı alındıktan sonrada topal kaldı. Hep bir bastonla dolaşırdı. Bu topal haliyle daha da mendebur ve suratsız biri olmuştu sanki… Ortaokul son sınıfındayken biz oradan taşındık. Ben lise çağlarındayken bir Cuma günü yine takunyasıyla camiye giderken, yoldan geçen bir küspe kamyonunun altında kalmış ve feci şekilde can vermiş diye duydum.  Seneler sonra çocukluğumun geçtiği o yere gittiğimde Tayyip ağanın bahçesinin Belediye tarafından istimlak edildiğini ve oranın kocaman bir bulvar haline geldiğini gördüm. Neyse ki, adı “Tayyip Bulvarı” değildi…     

Osman Ferhan Can
Ar-Tur Değişim Grubu
www.ar-tur.com



1744 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın